Geçtiğimiz günlerde Dünya Ekonomik Forumu (WEF) yeni Future of Jobs raporunu yayımladı. Pandeminin yarattığı etkiyi ve bu süreçte şirketlerin perspektiflerinde ciddi bir değişim olup olmadığını görebilmek adına merakla beklediğim bir çalışmaydı. Raporda hem olumlu, hem de olumsuz haberler var. Ben her zamanki gibi işin olumlu tarafından bakma taraftarıyım.
Ekonomik ve insani kalkınma açısından, eğitim, öğrenme ve katma değerli işler yaratabilmenin önemi hepimizin malumu. 2020 yılında pandemi, dünya çapında yaşadığımız ekonomik daralma, artan politik kutuplaşma, işsizlik ve yeni nesil eşitsizliklere neden olan dijital ayrışma nedeni ile ilerleyen yıllara ilişkin pozitif bir görünüm çizmek zor. Ancak olumlu gelişmeler de var. Öncelikle en çok tartışılan işsizlik konusuna eğilelim. Future of Jobs 2020 araştırmasının sonuçlarına göre, şirketlerin %43’ü teknoloji entegrasyonu nedeni ile iş gücünde azaltmaya gideceklerini, %41’i ise görev bazlı işler için dış yüklenicilerle çalışma modeline ağırlık vereceklerini iletiyorlar. Bu rakamlara karşılık şirketlerin %34’ü, teknolojinin insan emeğine olan ihtiyacı artıracağını ve bu nedenle istihdam edecekleri personel sayısının artacağını belirtmişler. Öte yandan çok yakın bir vadede, 2025 yılında, makinelerle insanların kurumlar içindeki rollerinin %50 - %50 olarak eşitleneceği öngörülüyor. 2018 raporunda, 2022 tahminleri olarak iş gücü dağılımında %58 insan gücü, %42 makine öngörüsü yapılmıştı. Bu rakamlara bakarak WEF, makineleşme nedeni ile 85 milyon iş kaybı yaşanırken, 97 milyon yeni işin ortaya çıkacağı tahmininde bulunuyor. Bu rakamlar önceki raporda daha olumlu bir tablo çizmekteydi (75 milyon iş kaybı ve 133 milyon yeni iş yaratımı). Hızlı ve zorunlu dijitalleşme sürecimiz sonrasında, yöneticilerin %84’ü, iş süreçlerini dijitale taşıyabileceklerini belirtirken, çalışanlarının %44’ünün işlerini uzaktan çalışma ile yürütebileceklerini ifade ediyorlar. Ancak elbette bu, büyük bir ağırlıkla beyaz yakalı işler için geçerli. Bu noktada giderek derinleşen bir ayrışma olduğundan bahsetmek mümkün. Olumlu olarak nitelendirilebilecek bir gelişme ise, her zamankinden daha fazla sayıda yöneticinin (katılımcıların yaklaşık üçte biri) çalışanlarına daha sağlıklı ve verimli bir çalışma ortamı sunabilmek amacıyla aidiyet, bağlılık, birliktelik gibi alanlarda iyileşme sağlayacak dijital araçları devreye alacaklarını belirtmeleri. Geleceğin iş dünyasına ilişkin araştırmalarda en kritik konulardan biri elbette beceri kazandırma ve yönetimine ilişkin sonuçlar. Yöneticilerin 2025 yılına kadar yükselişte olacağını düşündükleri öncelikli beceriler, daha önce yayımlanan raporlarla benzer nitelikte. Buna göre, eleştirel düşünme, problem çözme ve öz kontrol ve yönetim becerileri yine ön planda. Öte yandan, pandemi etkisi olarak da yorumlayabileceğimiz şekilde öz yönetim becerileri özellikle vurgulanmış. Bu beceriler dayanıklılık (resilience), stres toleransı, esneklik ve aktif öğrenme gibi becerilerden oluşuyor. Mart ayından bu yana yaşadığımız süreçte, hemen hemen her araştırmanın sonucu, uzman görüşü ve hatta kendi deneyimlerimiz, dayanıklılık ve esneklik becerilerinin önemini net bir şekilde gözler önüne serdi. Ben bu becerilere olumlu düşünmeyi de eklemek istiyorum. Olumlu düşünme de geliştirilebilir bir beceri ve özellikle dayanıklılık ve esneklik becerilerinin temelini oluşturuyor. Burada elbette rasyonel tabana oturtulmuş bir optimizmden bahsediyorum. Eskilerin tabiri ile, “vak’a ile kavga etme”yi bir kenara bırakıp (vak’a: gerçekleşmiş olan hadise), koşullar ve eldeki imkanlar dahilinde bizi en iyi sonuca götürebilecek yolda harekete geçme motivasyonu ve disiplini, bugünün ve geleceğin dünyasında hem bireysel hem de kurumsal olarak en kilit becerilerden biri olarak ortaya çıkıyor. Beceri geliştirmeye ilişkin olarak şirketler, önümüzdeki 6 aylık periyotta, çalışanlarının en az %40’ının yeniden beceri geliştirmeye (reskilling) ihtiyaç duyacağını düşünüyorlar. 2018 raporu ile en büyük farklılıklardan biri ise, çalışanların işlerini sürdürürken yeni beceriler kazanmak zorunda olduklarını düşünen yöneticilerin oranında gerçekleşmiş. 2018 yılında yöneticilerin %65’i yeni beceriler kazanmanın çalışanlar için bir zorunluluk olduğunu düşünürken, 2020 yılında bu oran %95’e çıkmış durumda. Bu noktadan hareketle, yöneticilerin beceri geliştirme programlarının planlanması ve hayata geçirilmesine daha büyük önem atfedeceklerini düşünebilir ya da en azından umut edebiliriz. Aksi durumda sorumluluğun önemli bir kısmı yine bireysel çaba üzerine yoğunlaşacaktır. Bu da bizi yine şu meşhur önerme ile baş başa bırakıyor: geleceğin dünyası, yalnızca ve yalnızca kendini geliştirme konusunda istekli, iradeli, tutarlı ve hızlı olanların dünyası olacak. Üniversite eğitiminin gerekliliğini dahi sorguladığımız bir dünyada, tek önemli ayrıştırıcı değişkenin sürekli öğrenme ve gelişme isteği olması pek de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu sebeple, bugünün aksine yeni dünyada, kendini “ortalama”ya konumlandıran birey ya da kurumlara yer olacağını düşünmüyorum. İş ya da sektör değiştirmek üzere yeni beceriler kazanılması (reskilling) ve mevcut işleri daha iyi ve yetkin bir biçimde sürdürebilmek için beceriler kazanılması (upskilling) için ise elimizdeki süre daralmış görünüyor. Mevcut işinizde çalışmaya devam edecek olursanız, önümüzdeki beş yıl içinde işiniz için gerekli olan becerilerin %40’ı değişmiş olacak ve haliyle bu becerilere uyum sağlamanız gerekecek. Öte yandan, farklı sektörlere veya farklı işlere geçmek üzere beceri kazanması (reskilling) gerekecek olan çalışanların oranı ise tüm çalışanların %50’si. Bu çok yüksek bir oran ve iki yıl içinde %4’lük bir artış kaydettiği düşünüldüğünde daha da artma ihtimali yüksek. Diğer yandan, bence son derece olumlu gelişmelerden biri ise yöneticilerin çalışanlarına beceri kazandırma konusuna verdikleri önemin artması. Beşeri sermayeye yapılan yatırımların önemini bu süreçte daha iyi idrak eden yöneticiler, 2025 yılına kadar çalışanlarının %70’ine yeniden beceri kazandırma ve beceri geliştirme eğitimleri vermeyi planladıklarını belirtiyorlar. Beşeri sermayeye verilen önemi gösteren bir diğer gelişme ise, şirketlerin teknolojik dönüşüm nedeniyle işini kaybedecek olan çalışanlarının yaklaşık %50’sini, farklı rollerde değerlendirmeye yöneleceklerini ifade etmeleri. Bahsi geçen oranlarda gerçekleştiği takdirde, işten çıkarma ya da iş gücü daraltma stratejileri yerine reskilling ile çalışanların farklı rollere geçişinin sağlanması, teknolojik dönüşüm kaynaklı işsizlikle ilgili sorunlarımızı nispeten hafifletebilir. Teknolojik kırılım ve pandemi nedeniyle meydana gelen ekonomik durağanlık süreçlerinin üst üste gelmesi, eşitsizliklerin her zamankinden daha yüksek bir ivmeyle artması sorununa yol açtı. Bana göre, tüm bu sorunların içinde en öncelikli ve proaktif çabalar ile ele alınması gereken sorun bu. Yıllardır yoksulluk ve yoksullukla doğrudan bağlantılı olan eğitime erişim konularında kat ettiğimiz mesafede, pandemi ile birlikte maalesef geriye dönüş yaşandı. Bu çok önemli kırılma, derin uçurumlar yaratmaya muktedir. Düşük ücretli işlerde çalışan kişiler, kadınlar ve gençler ekonomik daralmadan en çok etkilenen kesimler oldu. Raporda, pandemi nedeniyle yaşanan ekonomik daralmanın etkilerinin, söz konusu gruplar için 2008 yılında yaşanan küresel finansal krize kıyasla çok daha derin olduğu yorumu yapılıyor. Diğer yandan riskli işlerde çalışan ya da işsiz bireyler için beceri kazandırma çalışmalarının, kamu sektörünün de gündeminde olması mutlak surette gerekli. Şirketlerin yalnızca %21’i beceri kazandırmaya ilişkin çalışmalarında kamu fonlarından yararlandıklarını belirtirken, kamu sektörünün, dönüşüm sürecinde işsizlikle yüzleşen bireyler için güvenlik ağları oluşturmasının ve şimdiye kadar farklı gerekçelerle ötelenen eğitim sistemi reformlarının hızla gerçekleştirilmesinin öneminden bahsedilmiş. Uzun yıllardır gelir dağılımı, eğitim, sağlık ve finansmana erişim gibi hayati öneme sahip alanlarda eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına ilişkin araştırmalar yapan biri olarak, kat edilen onca mesafenin, dijitalleşmenin yarattığı kutuplaşma nedeniyle geriye dönmesini endişe ile karşılıyorum. Mevcut sistemde ötekileştirilmiş ve yabancılaştırılmış tüm kişi ve grupların, dijitalleşmenin gerektirdiği alt yapıya erişiminin sağlanması ve bunun yeni bir uçurumun oluşmasına imkan vermeyecek süratte yapılması şart. Ayrıca ülkemizin hızla büyümekte olan beceri açığını da bir an önce kapatmak durumundayız. Bu konuda hiçbir bireyin ya da kurumun sorumluluğu başkasına yükleme hakkı olduğunu düşünmüyorum. Bunun, insanlığın ve ülkemizin topyekün olarak vermesi gereken bir savaş olduğu kanaatindeyim. Savaş kelimesi bana göre sert, ve fakat durumun ciddiyetini anlatması açısından doğru bir ifade. Kamu sektörü ve akademi başta olmak üzere, özel sektör, kalkınma kuruluşları ve sivil toplumun, ülkemizin beceri açığını kapatma yönünde hep birlikte ve işbirliği içinde çalışmaları, ayrıca mümkün olan tüm kaynaklar ile “reskilling” ve “upskilling” programlarına sürekli ve stratejik bir önem atfedilmesi gerekiyor. Bu, hiçbir kişinin ya da kurumun tek başına çözebileceği bir sorun olmadığı gibi, bir diğeri olmadan çözebileceği bir sorun da değil. Ülke olarak treni kaçırmamak adına son bir şansımız var. Dolayısıyla ülkemizin geleceği adına hepimizi “ben bu konuda ne yapabilirim?” sorusunu sormamız ve cevapları hiç beklemeksizin uygulamaya geçirmemiz gerekiyor. Kaynak: World Economic Forum, The Future of Jobs Report 2020 https://www.weforum.org/reports/the-future-of-jobs-report-2020
0 Yorumlar
“Who can you trust… when everything you touch turns to gold?”
“Dokunduğun her şey altına dönüştüğünde kime güvenebilirsin?” Imagine Dragons İnsan, işleyişini ve kendine vereceği zararı pekala bildiği mekanizmalardan neden kaçmaz ya da kaçmak istemez? Gönüllü teslimiyet… Ama neden? Her yıl çok severek verdiğim tüketici davranışları dersine şu cümleyle başlıyorum: “X yıldır tüketici davranışları alanında çalışmalar yapıyorum. Aklınıza gelebilecek tüm teorileri incelemiş, saha araştırmaları yapmış, yazmış çizmiş, binlerce kişiye bu konu hakkında konuşma yapmışımdır. Doğal olarak işin arka planında yatan mekanizmaları, insan psikolojisinde nerelere dokunduğunu gayet iyi biliyorum…Ve önümüzdeki haftayı iple çekiyorum. Çünkü Zara’nın büyük sezon indirimi başlayacak. :)” Nedenlerini ve olası sonuçlarını bilmek, sizi bir davranışı gerçekleştirmekten alıkoymayabilir. İnternetin tüm iş modeli, gözetim kapitalizmi üzerine kuruludur. Gözetim kapitalizmi de kapitalizmin mutasyona uğramış bir alt versiyonu olarak, onunla aynı mekanizmalardan beslenir. Size, başkalarına ve dünyaya verdiği zararı bilmenize karşın, kendinizi içinde yer almaktan alıkoyamazsınız. Olumlu yanları da yok değildir; ancak uzun vadede katastrofik etkilerinin olacağını da bilir ya da en azından hissedersiniz. Yine de içinden çıkmak mümkün olmaz, zira herkes oradadır. Orada olmamak sizi çemberin dışına iter. Ve ister itiraf edelim, ister etmeyelim, çemberin içinde olmayı severiz. Ekrana her dokunduğumuzda, biraz da okyanusun içinde hiçbir etkisinin olmayacağını düşünmenin rahatlığı ile bir veri üretiyor ve onu tahmin modellemelerinin hammaddesi olarak teknoloji şirketlerinin ellerine teslim ediyoruz. Bu tahmin modelleri, şimdi ve daha sonra, benim ve benim gibi profillerin ne yapacağını, nasıl davranacağını tahmin ediyor. Teknoloji şirketleri de bu tahmini, bu bilgiden en çok yararlanabilecek olan üçüncü taraflara “satıyor”. Buna “tahmin pazarı” adı veriliyor ve hedefli reklamcılık, dijitalde artık tamamen bu tahmin pazarı üzerinden ilerliyor. İnternete bağlı olan istisnasız her türlü cihazınız, gözetim ekonomisinin ana makinesi olan davranış tahmini algoritmalarına ve dolayısı ile bu pazara girdi sağlıyor. Bu cihazların sayısı ve kullanım oranımız arttıkça gözetim kapitalizmi ölçek ekonomisine ulaştı. Kar makineleri artık maksimum verimlilikte çalışıyor. Bu durumun gördüğümüzün ötesinde çok ağır sonuçları var. Bilgi asimetrisi giderek artıyor ve bilgi güçtür. Güç de sahibini iktidara taşır. Dolayısı ile bu aynı zamanda bir iktidar ve demokrasi sorunudur. Devlet gözetimi uzun zamandır gündemde ve özellikle kamu yararına olduğu iddia edilen alanlarda, gelişmiş demokrasilerde dahi varsayılan olarak kabul edilmiş durumda. Ancak işin içine şirketler ve piyasalar girdiğinde sorunun boyutu değişiyor. Sunduğum veriler aracılığıyla üretilen davranış tahminlerinin kimlerin yararına kullanılabileceğine dair teknoloji şirketlerine kısıtlama getiren bir yasal düzenleme yok. Gözetim kapitalistlerinden gizlilik kurallarını sıkılaştırmalarını talep etmek de, kendi iş modellerini sabote etmelerini istemek anlamına geliyor. Dolayısı ile bu talep bir de devletler tarafından gelince, hepten abesle iştigal bir hal alıyor. Şu anda süregiden gelişigüzelliği açıklayan, teknoloji şirketlerinin elini kuvvetlendiren birkaç nokta var: 1. Bu konudaki bilinçsizliğimiz. Evet, olası her yöntemle verilerimiz, çoğu zaman da biz farkında bile olmadan toplanıyor, konuşmalarımız dinleniyor. Üstelik sadece teknoloji şirketleri tarafından da değil. Apple geçtiğimiz yıl Siri’nin konuşma kayıtlarını üçüncü kişilerle paylaştığının ortaya çıkmasının ardından, gizlilik politikasına aykırı davrandığı için kullanıcılarından özür diledi. Aynı durum Amazon’un Alexa’sı ve Facebook Messenger için de karşımıza çıktı. Mazeret ise her zamanki gibi bunun bizim yararımıza olacağı idi: “Siri’nin, Alexa’nın sizi daha iyi anlayarak, komutları doğru ve hızlı bir biçimde yerine getirebilmesi için derin öğrenmeye, bunun için de algoritmayı besleyen daha çok veriye ihtiyacımız var. Yani hepsi size daha iyi hizmet sunabilmek için.” Bu açıklamaları her duyduğumda kırmızı başlıklı kızdaki kurt aklıma geliyor. Bir yazılım indirirken aslında okumayalım diye yazılan onlarca sayfalık gizlilik sözleşmesini, instagramda bonkörce like verir gibi tıklayıp geçiyoruz. Dolayısı ile şirketlere verilerimizi toplamaları, davranışlarımızı tahminlemeleri ve bu tahminleri ticari amaçları için kullanmak üzere satmaları için onay veriyoruz. Öte yandan, kullanıcıların açıkça bilgi toplanmasını reddettikleri durumlarda dahi, kimi patentli yöntemler ve şeffaf olmayan uygulamalarla veri toplanması söz konusu olabiliyor. 2. Caydırıcı olmayan, varlığı sorgulanır türden yaptırımlar. Yukarıda bahsi geçen durumlar tespit edildiğinde, gelişmiş demokrasilerde yasa yapıcıların vatandaşlarını korumak ve taleplerine karşılık vermek üzere oluşturdukları yasalar devreye giriyor. Örneğin 2018’de yürürlüğe giren GDPR, önceki kişisel verilerin korunmasına ilişkin direktife kıyasla daha nitelikli ve bağlayıcı hükümler içeriyor. Bazı maddi yaptırımlar (200 Milyon Euro veya ilgili firmanın küresel gelirinin %4’ü gibi) çok büyük boyutlara ulaşabiliyor. Ayrıca verisi ihlal edilen kişiler için de tazminat davalarının önü açılıyor. GDPR ile kişisel verilerinizin işlenmesi için verdiğiniz rıza, daha önceden olduğu gibi “itiraz etmemiş olma” durumundan çıkarıldı. Rıza, “açık, biliçli ve amacından haberdar olarak verdiğiniz onay” olarak tanımlanmış. Ancak bu rıza da yine o okumadığımız gizlilik sözleşmelerinin içinde saklı. Öte yandan GDPR, unutulma hakkını tanıyor. Yani bazı durumlarda kişiler, verilerinin silinmesi ve bir daha işlenmemesini talep etme hakkına sahip olabiliyorlar. GDPR’ın şirketlere getirdiği yaptırımlar, AB vatandaşlarını koruyor. Ancak bunun için şirketin AB menşeili olması gerekmiyor. Şirket, merkezi veya şubeleri AB sınırları içinde bulunmasa dahi, sunmuş olduğu mal ve hizmetleri AB üyesi ülke vatandaşlarına sunuyor ise GDPR kapsamında değerlendiriliyor. Diğer ülkelerde de özellikle GDPR’dan alınan ilhamla bu konuda hamleler yapıldı. Amerika’da eyaletler bazında yürürlüğe koyulan tüketici gizlilik yasaları, İngiltere, Avustralya ve Kanada bazı örnekler arasında. Cambridge Analytica skandalında gördüğümüz üzere tarihi rakamların gündeme geldiği yaptırımlar da söz konusu olabiliyor. Geçtiğimiz yıl ABD Federal Ticaret Komisyonu (FTC) Facebook’un bu skandal nedeniyle 5 milyar dolar ceza ödemesine karar vermişti. Bu tarihi ceza, Facebook için elbette büyük anlam ifade ediyordur. Ama tablonun diğer tarafını da görmek lazım: Facebook bu cezayı aldığı 2019 yılının ilk çeyreğinde 15 milyar dolar gelir açıklamıştı. Daha da enteresanı ise şu oldu: cezanın ardından Facebook’un ABD borsalarında işlem gören hisseleri günü yüzde 1.8’lik artışla kapattı. NASDAQ Endeksi’nde şirket hisseleri 11 Temmuz’da 201.2 $ iken, cezanın açıklandığı 12 Temmuz’da hisse fiyatı 204.9 $’a çıktı. Bu sayede Facebook’un piyasa değeri bir günde 10 milyar $ artışla 584 milyar $’a yükseldi. 3. Sonuç olarak, güç ibresi şirketlerden yana. Günümüzde pek çok küresel şirket, dünya üzerindeki pek çok ülkenin gayri safi milli hasılasından daha fazla değere sahip. Örneğin Google’ın ana şirketi Alphabet’in piyasa değeri Hollanda’nın, Apple’ınki ise Rusya ve Kanada’nın gayri safi milli hasılasından daha fazla. Dolayısıyla şirketler ekonomik olarak her zamankinden daha güçlü. Güç, günümüzde para, bilgi ve bağlantının bir türevi. Haliyle küresel dev teknoloji şirketleri de, kimsenin nasıl başa çıkacağını bilmediği bir güce dönüşüyor. Bu noktada da devletlerin oyunda kalabilmek adına aslında sistemin içine girdiklerini görüyoruz. Gücün bir kısmı, bir cepten alınıp diğerine koyuluyor. Son olarak Amerika’nın TikTok müdahalesinin Walmart ve Oracle ile yapılan anlaşmayla sonuçlanması bunun ilginç bir örneği. Tekrar kendi mikro evrenimize döndüğümüzdeyse, “böyle bir ortamda bireyler ne yapabilir, nasıl bir güçleri olabilir?” diye soruyoruz. Imagine Dragons’ın harika şarkısı Gold’da bu duruma çok uygun bir soru var: “Dokunduğun her şey altına dönüştüğünde kime güvenebilirsin?” Üstelik altınlar da başkalarının kasasına giriyor. Son günlerin popüler Netflix yapımı Social Dilemma’da “karanlık tarafın” sırlarını deşifre eden eski karanlık taraf mensuplarının da ifade ettikleri gibi, olası tek bir cevap var: Yalnızca kendinize güvenebilirsiniz; hesaplarınızı kapatın. :) Peki indirimleri dört gözle bekleyen tüketici davranışları araştırmacısı, bir gün kendini alışveriş yapmaktan alıkoyabilecek mi? Çemberin dışında kalmayı göze alabilecek miyiz? Arzu, kıskançlık, karşılaştırma, üstünlük hissi, ego tatmini gibi var oluşumuzun karanlık tarafa meyilli ayaklarının üzerine inşa edilmiş bu mekanizmayı devre dışı bırakmak, bu aşamada hala mümkün mü? Gerçekten, hesapları kapatabilecek olanımız var mı? Mart ayından bu yana katıldığım online etkinliklerde en sık aldığım soru şu oldu: bu süreçte bazı girişimlerin ilk şoktan sonra kendilerini hızla toparladıklarını, ekiplerin motive bir biçimde çalışmaya başladığını, yeni ya da adapte edilmiş ürün ve hizmetlerle müşterilerine döndüklerini gördük. Diğer yandan tam tersi örneklere de rastlamak mümkün. Sizce bu durum bize girişimcilik ve liderlik hakkında ne söylüyor, aradaki farkın kaynağı nedir?
Bu soruya bir davranış bilimci olarak vereceğim yanıt, pandemi özelinde bir yanıt değil. Girişimcilik zaten doğası itibari ile belirsizliklerle ve iniş çıkışlarla dolu bir süreç ve bu açıdan içinden geçtiğimiz sürece epey benziyor. Ama yanıt niteliğinde bahsedeceğim konunun pandemide çok daha hayati ve görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu durum, COVID süreci öncesindeki geleceğin becerilerine ilişkin çalışmalarda da bahsi geçen temel bir beceri setine işaret ediyor: duygusal zeka (EI) ve bununla bağlantılı olarak duygusal çeviklik. Liderlik becerileri açısından duygusal zekanın en az IQ kadar önemli olduğunu biliyoruz. Öte yandan hala, belki biraz da modernitenin getirdiği “mantığı kutsama” eğilimimizin bize “sebep gerçekten bu olabilir mi?” diye sordurduğunum farkındayım. Evet cevabının nedenlerini anlatmak üzere insan davranışlarını açıklama çabamızda sıklıkla başvurduğumuz nörobilimden faydalanalım: Öncelikle vurgulanması gereken nokta şu: duygu ve düşünce oluşturma süreçleri birbirinden ayrık değildir. Beynimiz duyguları ve düşünceleri birbirleri ile sürekli sinyal alışverişinde bulunan binlerce nöronun ortak çalışması ile şekillendiriyor. Beyin iki temel yapıdan oluşuyor. Bunlardan ilki, ilkel beyin olarak adlandırılan ve isimlerini sıklıkla duyduğunuz amigdala, hipotalamus ve hipokampusten oluşan limbik sistem. İlkel beyin hayatta kalmamızı sağlayan “savaş ya da kaç” (fight or flight) tepkilerini şekillendiren ve duygusal tepkilerimizi kontrol eden kısım. Stres ya da tehlike hissettiğimiz durumda ilk aktive olan bölge limbik sistemimiz. Diğer taraftan, yukarıda belirttiğim üzere modernitede daha çok “kutsanan” ve bu bakış açısı nedeni ile insan gerçekliğini zaman zaman es geçmemize neden olan karar alma süreçlerinden sorumlu “bilinçli” kısım ise prefrontal korteks. Beynin bu kısmı ilkel beyne göre çok daha sonra gelişmiş, karar alma süreçlerini yöneten, salt haz alma güdüsüyle hareket etmeyi frenleyen ve duygulardan “anlam” çıkarmamızı sağlayan sistem. Kronik stres, öfke, endişe ve depresyon içinde iken üst düzey bilişsel fonksiyonlarımız baskılanıyor. Devreye giren yaşama güdüsü, olaylara limbik sistem üzerinden tepki vermemize neden olabiliyor. Dolayısı ile zihinsel ve duygusal denge durumunu korumak, duyguları tahlil etmek ve olaylara gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşmak mümkün olmuyor. Bunun sonucunda da kendimize, etrafımızdakilere ve ekibimize yararlı olamıyor, hatta zaman zaman zarar verebiliyoruz. Pandemi süresince bu duyguları sıklıkla hissettiğimizden, bu durumu anlamlandırmak sanırım hepimiz için mümkün. Duygularımızı anlamlandırma yönünde bilinçli bir farkındalık göstermediğimiz zamanlarda vücudumuzda olup bitenler ise kısaca şöyle: Beyne ulaşan uyaranlar talamus üzerinden öncelikle ilkel beyine (amigdalaya) varıyor. Bu direkt bağlantı yakın zamanda New York Üniversitesi nöroloji ve psikoloji profesörü Joseph E. LeDoux tarafından ortaya çıkarıldı. LeDoux’nun çalışmaları öncesinde bu kestirme yoldan haberdar değildik ve uyaranların doğrudan rasyonel ve bilinç düzeyindeki kararlarımızdan sorumlu olan bölge olan neokorteks tarafından işlendiğini düşünüyorduk. Ancak şu anda biliyoruz ki bu kestirme yol daha önce kat ediliyor, sonrasında duyguları “bilinçli” beyin ile işlemeye başlıyoruz. Bütün bunlar saniyenin yaklaşık 0,5'inde gerçekleşiyor. “Tehlike” sinyali olarak algılanan uyaranlar amigdalayı aktive ediyor ve korku, öfke gibi duygular hissediyoruz. Amigdala glutamat adı verilen transmiterin salgılanmasına neden oluyor ve bu da beyin sapı ve hipotalamustaki bazı bölgeleri aktive ediyor. Bu durum da “stres-tepki” sürecini başlatıyor. Bu sürecin sonunda kan dolaşımına katılan kortizol, enerjiyi sindirim sistemi gibi o an için kritik olmayan sistemlerden çekerek daha çok ihtiyaç duyulan, kalp gibi kritik organlara taşıyor ve vücudun tehditle savaşmasına yardımcı oluyor. Bu durumda uzun süre kalırsanız sisteminizdeki yüksek kortizol seviyeleri, kronik stres ve yorgunlukla bağlantılı pek çok farklı sorunun yanında daha düşük üretkenlik ve verimliliğe de sebep oluyor. Peki beynimizin hayati tehlike sinyalleri olarak algıladığı koşullar altında dahi kendimizi negatif duygu durumuna kaptırmamak öğrenilebilir mi? Bu etkinin uzun vadeli olmasını sağlamak için ne yapılabilir? Pandemi sürecinin başında ertelenen ödemeler, kaybedilen müşteriler ve iptal edilen projelerle karşıya kalan bir kişiyi gözlerinizin önüne getirin (pek çoğumuz için çok zor olmasa gerek). Bu durum ile baş etmek, duygu durumu ve tepkilerin yıkıcı olmasını engellemek, kısa sürede hem kendimizi hem de ekibimizi toparlayarak yola devam etmek nasıl mümkün olabilir? Bu geliştirilebilir bir kas mıdır? Cevap evet. EQ, IQ’ya kıyasla çok daha az kalıtım yüklü; dolayısı ile duygusal zeka ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı olan duygusal çeviklik öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Şimdi bunun nasıl mümkün olabileceğine bakalım: Duygusal çeviklik, basit bir anlatımla negatif duygu durumu ve bu durumun yol açtığı düşünce ve davranış biçimlerinden uzaklaşıp, daha yapıcı tepkiler verebilir hale gelmek anlamına geliyor. Yanlış örnekte bu durum, olumsuz koşullar karşısında olumsuz duygulara kapılmamaya çalışmak olarak okunabilirdi. Bu elbette kendimizi yenilgiye mahkum etmek olur zira bu duyguların oluşmasını engellemek mümkün değil. Kendi üstümüzde bu baskıyı yaratmak da negatif sonuçlar doğurur. Amaç, olumsuz duygular hissettiğimizde bu duyguları doğru tahlil edip, anlamlandırıp, yaşayarak ve kabul ederek en kısa sürede yüzeye çıkmak. Ekonomi terminolojisi burada ne demek istediğimizi anlatmak açısından anlamlı: dibe vuran bir ekonominin L grafiği ile dipte sürüklenmesi ya da V grafiği ile hızla toparlanma sürecine girmesi gibi düşünebilirsiniz. Duygusal çevikseniz, V grafiği izliyorsunuz. Hem kendiniz, hem yakın çevrenizdekiler, hem de ekibiniz için iyi bir rehber ve lider olmanın önemli bir parçası bu beceriyi geliştirmekten geçiyor. Hele pandemi gibi zamanlarda… “İş ortamında olumsuz duygulara yer yoktur, liderler sürekli yüksek ve motive edici bir duygu durumunda bulunmalıdır.” önermesi doğru ve uygulanabilir bir önerme değil. Önemli olan bu duygulara takılıp kalmamak, onları oluşturan durumlardan kaçmaya çalışmamak (zira bu başarısızlıkla sonuçlanır) ve bu duyguları “somut gerçeklikler” olarak kabul etmeden önce sorgulamak. Kaçma ya da rasyonalize etme çabası, bilişsel kaynaklarınızı sonuç alamayacağınız bir alana aktarmak anlamına geliyor ki bu değerli ve kısıtlı kaynağı da bu şekilde kullanmaya hiç gerek yok. Görmezden gelmeye ya da kaçmaya çalıştığımız her düşünce ve duygu daha da büyür. Bu konuda yapılmış araştırmalar, duyguları kabul etmenin (emotional acceptance) yani onları değiştirmeye, kontrol etmeye ya da onlardan kaçınmaya çalışmamanın; bunun yerine bu duyguları kabul ederek kişinin eylemlerini, hedefleri ve kişisel değerleri doğrultusunda yönlendirmesinin iş yerinde iyi oluş hali açısından en olumlu sonuçları doğurduğunu gösteriyor (konu ilginizi çekiyorsa University of London’ın ünlü profesörü Frank Bond’un bu konudaki çalışmalarına göz atmanızı tavsiye ederim). Duygusal çeviklik kavramını ortaya atan Susan David, bu becerimizi geliştirebilmek için aşağıdaki adımlar üzerinde durmamızı tavsiye ediyor: 1. Döngülerin ve örüntülerin farkına varın Duygusal çevikliği geliştirmek için ilk adım, düşünce ve duyguların sizi ne zaman teslim aldığını tespit etmek. Tekrarlı ve ısrarlı bir şekilde aynı şeyi hissettiğiniz ya da düşündüğünüz zamanları aklınıza getirin. Daha önce ne zaman benzer şeyler hissetmiştiniz? Durumlar arasında bir benzerlik var mı? Bu farkındalık, gerçek kaynağın çevresel olmadığını, çevresel etmenler ne kadar farklı olursa olsun içinde bulunduğunuz psikolojik durumun sizin bazı düşünsel ve duygusal döngülerinizden kaynaklanabileceğini gösterir. 2. Düşünce ve duygularınızı sınıflandırın Aklınızdan geçenler duygu mu, düşünce mi, somut gerçekler mi? Araştırmalar gösteriyor ki biraz yavaşlayıp bu sınıflandırmayı yapmak gibi gayet basit bir farkındalık çalışması dahi beyinde kimyasal ve biyolojik bazı değişikliklere sebep oluyor ve iyi oluş durumunuza katkıda bulunuyor. Örneğin, “içinde bulunduğumuz durumu düzeltmek için yeterince çaba sarf etmiyorum ve bu nedenle suçluluk hissediyorum” ifadesini içinizde sürekli tekrar ediyorsunuz diyelim. Bu ifade, şu şekilde yeniden kurgulanabilir “yeterince çaba sarf etmediğimi düşünüyorum ve bu düşünce de suçluluk hissini doğuruyor”. Burada düşünce ve duygularınız ile bu düşünce ve duyguları salt gerçeklik olarak kabul etme arasındaki ayrımın farkına varmış oluyorsunuz. Bunun dışında, bir diğer önemli tavsiye duygularınızı anlamak için daha net tanımlar koymak. Örneğin duygu durumunuzu “kendimi kötü hissediyorum” yerine “mutsuz/hayal kırıklığına uğramış/öfkeli/bıkkın vs. hissediyorum” şeklinde tanımlamak, bu duyguları anlamlandırma yolunda daha çok yardımcı olacaktır. 3. Kabul edin Davranış bilimlerinde farklı alanlarda ve konularda yapılan pek çok çalışma şu ortak bulguya işaret ediyor: kontrol etmeye ya da baskılamaya çalıştığımız duygu ve düşünceler misliyle geri döner. Aslında yukarıda bahsettiğimiz “yeterince çaba sarf etmiyorum” düşüncesi, bilgi kaynağı olarak kabul ettiğiniz kısa süreli bir düşünce. Bu düşüncenin size bir faydası olabilir de, olmayabilir de. Bu noktada önemli olan bunun bir düşünce olduğunu fark etmeniz ve gerçeği ne kadar yansıttığı hakkında makul bir değerlendirme yapmanız. Yani olup bitene biraz merak ve çözme isteği ile yaklaşmak... Bu farkındalığı artırmak üzere tavsiye edilen birincil yöntem, düşünce ve duyguları kelimelerle ve özellikle de yazılı olarak ifade etmek. UCLA araştırmacılarının ortaya koyduğu bir araştırmaya göre, duyguları ve düşünceleri sınıflandırmak ve kelimelere dökmek, amigdala ve diğer limbik sistem unsurlarının negatif duygular karşısında verdikleri tepkileri azaltıyor. Ayrıca daha önce bahsettiğimiz, karar alma süreçlerinden sorumlu olan sağ ventrolateral ve medial prefrontal kortekste artan aktivasyona neden oluyor. Bu şu anlama geliyor: düşünce ve duyguları kelimelerle ifade etmek, sınıflandırmak ve anlamlandırmak amigdalanın vereceği duygusal tepkileri prefrontal korteks aracılığıyla frenliyor. 4. Değerler doğrultusunda hareket etmek Duygu ve düşüncelerle ilgili farkındalık arttığında seçenekleriniz ve kişisel değerlerinize daha uygun bir tepki verme ihtimaliniz de artar. Bu aşamada Susan David’in tavsiyesi, kendimizi gelip geçici duygu ve düşünceler doğrultusunda hareket etmekten uzaklaştırıp, bir liderin sorumluluğu ile “bu tepki değerlerimle, kim olduğumla, gitmek ve ekibimi taşımak istediğim gelecekle örtüşüyor mu?” sorusunu sormak. Bu soru, verilecek tepkiyi değerleriniz ve amaçlarınız doğrultusunda şekillendirecek farkındalığa ulaşmanıza yardımcı olacaktır. Duygusal zeka ve çevikliği geliştirmek, pek çok öğrenilmişlik ve alışkanlığımızın tersine kürek çekmeyi gerektiren uzun ve zor bir süreç. Ancak artık daha net görüyoruz ki gelecek, hiç alışkın olmadığımız ve beynimizin tehdit olarak algılayacağı pek çok uyaranla giderek artan bir sıklıkla karşılaşmamıza neden olacak. Bu nedenle bu becerileri geliştirmek hem kişisel hayatımız açısından, hem de daha yetkin ve başarılı liderler olabilmek adına son derece önemli. Kaynaklar https://hbr.org/2013/11/emotional-agility https://www.quietrev.com/the-transformative-power-of-emotional-agility/ https://www.scn.ucla.edu/pdf/AL(2007).pdf Gestalt Teoremi 20. Yüzyılda Gestalt psikolojisinin kurucularından biri olan Max Wertheimer tarafından ortaya atılmış. Birkaç cümle ile özetlemeye çalışırsak Gestalt, bütünün parçaların toplamında fazlası olmakla kalmayıp, parçalardan bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu savunuyor. Aslında Aristoteles de yalnızca 24 yüzyıl önce yazdığı fizik kitabında konuya başka bir bilimin perspektifinden açıklık getirerek, “Bütün ile parça arasındaki karşılıklı ilişkiyi ve karşılıklı ilişkinin düzenliliğinden doğan yeni bir ‘bütün’ü görebilmek gereklidir.” diyor. Günümüzde sıklıkla duyar hale geldiğimiz, geleceğin becerilerinden bahsederken önemle üzerinde durduğumuz “sistemsel düşünme” de bu parça-bütün ilişkileri ile ilgili oldukça önemli bir beceri seti.
Bu önemli beceriyi edinmek bir yandan bizi geleceğin dünyasında daha yetkin bir birey olmaya hazırlarken, diğer yandan o dünyanın nasıl bir dünya olacağını tanımlama ve tahminleme gücümüze de büyük katkı sağlıyor. Zira o muğlak ve belirsiz gelecek ekonomik, politik, sosyal, kültürel sistemlerin, eski yeni pek çok yapının ve değişkenin etkisinde şekillenecek. Faruk Eczacıbaşı’nın, benim için bir başucu kitabı niteliğinde olan “Daha Yeni Başlıyor” kitabının önsözünde Zeynep Tüfekçi, durumu şu sözlerle ifade ediyor: “Eski dünyanın kurumlarıyla yeni dünyanın kurumları aynı oyun tahtasında katmanlı, karışık ve sürekli devinen bir etkileşim içinde.” Dolayısı ile bu yeni dünyayı anlamak için önce parçaların davranışlarına, parçalar arası etkileşimlere ve sonrasında da bu etkileşimlerden doğan yeni varlığa ilişkin bilgiye erişmemiz gerekiyor. Elbette bu çok çok zor bir iş. Ancak kısmen de olsa “ön görebiliyor” olmanın vereceği güce her zamankinden çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Zira sürdürülebililik ve eğitim alanlarında bu kavram üzerinde çalışan Prof. Stephen Sterling’in de bahsettiği gibi “Eğer sürdürülebilir bir gelecek kurmak istiyorsak, bağlantılı düşünmeliyiz.” Bunun yanında ve ötesinde, Homo Sapiens 300.000 yıldır en son ne zaman geleceğinden bizler kadar endişeli olmuştu, bilemiyorum. Bu endişeleri kısmen de olsa hafifletebilmek için öngörünün gücüne sığınma ihtiyacı içindeyiz. Gelecek teorileri, bu gelecekteki sosyal, kültürel hayat ve iş hayatı konularına merak duyan biri olarak, öngörme konusundaki her beceriksizliğimizi sistemsel düşünmenin eksikliği ile ilişkilendirmeye başladım. Geleceğin iş dünyasını öngörmeye çalıştığımızda üzerinde düşünmemiz gereken pek çok sistem, katman ve kurum var: teknolojik dönüşüm hızı, ekonomik büyüme, yatırım sermayesi akışı, demografik faktörler, kentleşme eğilimi, iklim krizi, kurumların iş modellerindeki değişimler, eğitim sistemi, işgücü piyasalarındaki dönüşüm, devlet politikaları, teknolojik dönüşüm hızı, kültürel dönüşüm hızı, vb… Bu çok sistemli, çok katmanlı yapıda parçaların birbirini nasıl etkilediğine ve parçalardan bağımsız bir bütün oluşturduğuna kısa bir hayali senaryo ile bakalım: Eğitim sistemimizi teknolojik dönüşüm hızının gerektirdiği hızda dönüştüremememiz durumunda, beceri açığı derinleşir ve yetenek havuzumuzu teknolojik dönüşümün gerektirdiği becerilere sahip bireyler ile destekleyemeyiz. Bu durumda, bu becerilere sahip bireylerin ilgili pozisyonları doldurmak üzere farklı yöntemlerle, farklı coğrafyalardan transfer edilerek sisteme dahil edilmeleri gerekir. Ancak beceri açığı nedeniyle karşılaşılması muhtemel yüksek işsizlik oranlarının getirdiği sosyal sorunlar, politika yapıcıları korumacı tedbirler almaya sevk edebilir. Bu tedbirler kapsamında uluslararası işgücü mobilitesi sınırlandırılabilir; bu durum da gerekli becerilerin karşılanamaması nedeniyle yüksek katma değerli işlerin farklı ülkelere taşınmasına neden olabilir. Bahsettiğimiz daha önce deneyimlenmemiş bir senaryo değil; ancak artık geleneksel kurumların ve sistemlerin güç kaybettiği farklı bir dünyadayız ve yaşanan dönüşümlerin hızı hiçbir zaman 4. Endüstri Devrimi’ndeki kadar yüksek olmamıştı. Tek bir hayali senaryoda, gerçek durumda süreci etkileyebilecek pek çok değişkene hiç değinmeden dahi ne kadar karmaşık bir “bütün”le karşı karşıya olduğumuz ve böyle bir bütünün öngörülebilirliğinin ne denli güç olduğu ortada. Yukarıda da bahsettiğim üzere bu konular üzerinde düşünürken, söz konusu parçaları –ki bu noktada parça olarak bahsettiğim her yapı da aslında kendi içinde bir sistem- ve parçalar arası ilişkileri görerek, buradan bütüne dair çıkarımlarda bulunabilmek için “sistemsel düşünme nasıl geliştirilir?” sorusu üzerine gitmek gerekiyor. Aslında sistemsel düşünme, kendi içinde pek çok alt beceriden oluşan bir üst düzey bilişsel beceri seti. Kısaca bahsetmek gerekirse, sistemsel düşünme aşağıdaki becerilerden oluşuyor:
Dinamik Düşünme Statik düşünmenin aksine, dinamik düşünmede spesifik olaylara değil, tekrarlayan, belirli bir örüntü izleyen durumlara odaklanmak gerekiyor. Dolayısıyla zamanda alınan bir nokta değil, bir kesit üzerinden değerlendirme yapılıyor. Örneğin; üzerinde çalıştığınız bir probleme dair çözüm önerisini incelerken kendimize “bu çözüm hangi zaman aralığında uygulanabilir, uygulanması ne kadar sürer, bu sürede neler değişir, bu çözüm şu anda odağımız olmayan diğer hangi değişkenleri etkiler?” gibi soruları da sormalıyız. İç Odaklı Nedensellik Sistemler ve yarattıkları etkiler düşünülürken genellikle olaylara dış faktörlerin neden olduğu ön yargısı ile bakarız. Bazen durum gerçekten bu şekilde olabilir. Ancak daha bütünsel bir bakış açısı için aslında kontrolümüz altında olan değişkenleri de modele dahil etmek gerekir. Bu noktada sorulabilecek sorulardan biri şu olabilir: “Ne yaparak / yapmayarak kendimizi kontrol edemediğimiz dış faktörler karşısında savunmasız hale getiriyoruz?”. Bu noktada gelişim alanımızı tespit edip somut adımlar atabilmek daha mümkün hale geliyor. “Bir Orman Gibi” Tek tek ağaçlara bakmak yerine ormanı görmek, sistemsel düşünmenin ana unsurlarından biri. Ağaçları tanımak, birbiri ile olan ilişkileri keşfetmek her ne kadar önemli ise münferit olay ya da durumların dışına çıkarak benzerlik ve örüntüleri keşfetmek de bir o kadar önemli. Örneğin; bu hafta aşırı yüklenme nedeni ile çöken bir sisteminizle ilgili sorunu çözmek bir konuyken, bu sistemin hangi aralıklarla devre dışı kaldığını, vakalar arasında bir benzerlik olup olmadığını tespit etmek de uzun vadeli çözüme giden daha önemli bir konu. Dolayısıyla her olaya bu şekilde yaklaşmayı sistematik ve devamlı hale getirmek gerekiyor. Operasyonel ve Döngüsel Düşünme Olayları çözümlerken genellikle o olayı ya da durumu ortaya çıkaran faktörlerin bir listesini yaparız. Bu liste, sonucu etkileyen olası değişkenlerden oluşan, genellikle tek yönlü ilişkiler gösteren doğrusal bir listedir (verimliliği artırmak için evden çalışan personelin motivasyonunu yükseltmeliyiz vb.). Operasyonel düşünme, bu düşünme biçiminden çıkıp, durumları parçası oldukları “sürecin” içinde değerlendirmeyi salık veriyor. Bu nedenle çalışma sürecini haritalandırıp, sürecin hangi noktasında nasıl bir iyileştirmeye ihtiyaç olduğuna bütünsel olarak bakmak gerekiyor. Bunun için “süreci etkileyen faktörler nelerdir?” sorusunun yerini “sürecin doğası nedir, bu süreç nasıl işler?” sorusu almalı. Aynı zamanda durumu etkileyen değişkenlerin tek yönlü doğrusal ilişkiler içinde değil, döngüsel ve çok yönlü ilişkilerle birbirini etkilediğini de dikkate almak gerekiyor. Dolayısı ile doğrusal düşünme eğilimimizden biliçli bir farkındalıkla uzaklaşmamız ve tüm ilişkileri görmeye çalışmamız gerekiyor. Nicel Düşünme İşletmelere ilişkin pek çok analizde, yalnızca ölçülebilir, “hard” tabir edilen değişkenlere yoğunlaşıldığını, sosyal, kültürel ve psikolojik pek çok sistem değişkeninin “soft” ya da “ölçülemez” olması nedeni ile devre dışı bırakıldığını görüyoruz. Bu oldukça yanıltıcı sonuçlara varmanıza neden olabiliyor. Örneğin; yeni ofisinizin neden planladığınız performans seviyesine çıkamadığını anlamaya çalışırken “ölçülemez” bir değişken olan çalışan adaptasyonunu, gerek ölçülememe, gerekse “soft” değişken olma dolayısı ile değerlendirmeye almazsanız, planlarınızı bir süre daha ertelemek durumunda kalabilirsiniz. Bu noktada yapılan en temel yanlışlardan biri de “ölçme” ile “rakamsallaştırma” kavramlarının birbirine karıştırılması. Sonucu etkileyen her değişkeni cihazlarla, sensörlerle ölçebilmeniz mümkün olmayabilir. Ancak pek çok değişkeni, algısal düzeyde rakamsallaştırarak modele dahil etmek mümkün ve bütünü görebilmek de bunu gerektiriyor. Bilimsel Düşünme Aslında bu aşamaya kadar değindiğim tüm noktalar, bilimsel düşünmenin de unsurları arasında. Ancak sistemsel düşünme perspektifinde vurgulanması gereken önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum: Bilim dünyasında işimizin önemli bir kısmı gerçek hayatı anlamak üzere, çok değişkenli sistem modelleri kurarak, bu modelleri sürekli test edip kırılma noktalarını (reddedilen hipotezleri) tespit etmek ve modeli tekrar tekrar, yeniden kurgulamak. Amaç bir nevi mükemmele ulaşmak. Ancak son zamanlarda yaşadıklarımız da dahil olmak üzere pek çok olay, durum ve değişim, gerçek dünyada mükemmel bir modelin var olmadığını bize bir kere daha göstermiş oldu. Sistemsel düşünme de bu açıdan bakarak mükemmeli değil, en kullanışlı ve işler modeli dikkate alıyor. Yeterli sayıda ağaçla ormanı görebilmek mümkün ise bu bakış açısından işlevsel bir modele sahip olmuş oluyorsunuz. Sistemsel düşünme pratiklerinizi geliştirmek isterseniz, başta MOOC platformları olmak üzere internet üzerinden erişebileceğiniz sınırsız kaynak mevcut. Ben bu beceriyi geliştirme çabasının entelektüel gelişimimiz açısından da oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Zira bütünü görebilme çabamızda tek ve hür ağaçların doğasını, dalları ve kökleri ile kurdukları ağlar üzerinden birbirlerini nasıl etkilediklerini ve bir bütünü nasıl oluşturabildiklerini anlamak için epey bir veri toplamak ve araştırma yapmak gerekiyor. Bu nedenle geleceğin becerileri arasında önemli bir yere sahip olan sistemsel düşünme becerisini edinmek üzere çalışmak, bir çok açıdan fayda yaratacaktır. Yararlanılan kaynaklar: https://thesystemsthinker.com/ * Bu yazı Başlangıç Noktası blog sayfası üzerinden de okunabilir. https://baslangicnoktasi.org/sistemsel-dusunme-ve-gelecek-ongoruleri-uzerine/ Eski normal – yeni normal tartışmalarının arasında konuşmamız gereken en önemli konulardan biri, eski normaldeki “Geleceğin İş Dünyası, Meslekleri ve Becerileri” savlarının yeni dünyada geçerliliğini koruyup korumayacağı. Yıkıcı teknolojilerin iş hayatına etkilerinden bahsettiğimiz uzun tartışmaların hiçbirinde, yıkıcı bir virüsün bu tartışmaları geçersiz hale getirebileceğini öngörmemiştik. Bu nedenle, artık Future of Work 2.0’dan bahsetmemiz gerekecek.
Mart ayı boyunca dünya nüfusunun üçte biri karantinadaydı. Nisan ayının sonuna geldiğimiz günlerde, 1.6 milyar çalışan işini kaybetme tehlikesi ile yüz yüze kaldı ve bu henüz başlangıç. Halen net öngörüler yapabilmekten uzağız. Zira bu çok bilinmeyenli denkleme her an yeni bir ekonomik, politik ve toplumsal değişken giriyor. Örneğin; Amerika’da George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan toplumsal hareketin, Covid sürecinden, 40 milyon işsizden ve tüm bu süreçte insanların maruz kaldıkları farklı ayrımcılık türlerinden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz? Ekonomik, politik, sosyolojik ve kültürel pek çok faktörün etkisi altında yeni bir dünya şekilleniyor.
*Bu yazı, Başlangıç Noktası blog sayfası üzerinden de okunabilir. https://baslangicnoktasi.org/covid-sonrasi-yeni-gelecek/ “İnsanlar ne yaptıklarını bilirler; genellikle neyi niye yaptıklarını da bilirler; ancak bilmedikleri şey, yaptıklarının yaratacağı etkidir.” Michel Foucault İçinde bulunduğumuz dönüşüm süreci, belirsiz geleceği ön görebilmeye ilişkin ihtiyacımızı ve çabamızı daha da arttırdı. Geleceği kabul edilebilir bir hata payı ile tahminlediğini iddia eden modelleri eskisine kıyasla çok daha büyük bir titizlikle incelemeye, “işimize yarar mı?” diye sormaya başladık. COVID-19 süreci, öncesinde de yeterince karmaşık olan geleceği daha da öngörülemez hale getirdi. Zira artık dikkate almamız gereken değişken sayısı çok daha fazla. Üstelik bu değişkenlerin parçası oldukları sistemlerin bundan sonraki davranışları da daha belirsiz. Bu süreç sonrasında neler yaşayacağımıza dair henüz elimizde veri yok. Güncel verinin var olmadığı durumlarda geleceği tahminleyebilmek için geçmiş veriye döneriz. Ancak insanlık modern zamanlarda bu boyutta bir salgınla karşılaşmadı ve dünya savaşları, doğal afetler gibi ağır darbelere maruz kalmış olsak da, kıyaslanabilir bir süreçten geçmedik. Dolayısı ile geçmiş veriden bahsetmek mümkün değil ve dikkate alabileceğimiz kaynaklar, uzmanların konu hakkındaki öngörüleri ile sınırlı. Böyle bir durumda, teknolojik dönüşümün geleceğini tanımlamak için COVID süreci ve sonrasında veri erişilebilirliğine ilişkin soru işaretlerini gündeme getirmekte fayda olacaktır. COVID öncesinde başlayan ve bu süreçte çok büyük oranda hızlanan dijital dönüşüm ile online mecraya taşınan sektörler ve iş modelleri, veriye ilişkin yeni soruları beraberinde getirdi. Sağlık alanında yapay zeka, robotlar ve dronlar hastalığın yayılımını izlemek, modellemek ve kısıtlayıcı önlemleri uygulamakta, gen düzenleme, sentetik biyoloji ve nanoteknoloji gibi teknolojiler de aşı, tedavi ve teşhis süreçlerinde yoğunluklu olarak kullanılıyor. Blockchain uygulamaları bulaşıcılığı izleyebiliyor, tıbbi tedarik zincirlerini destekleyebiliyor. Tüm bu teknolojilerin beklentiler doğrultusunda katma değer yaratabilmesi için ön koşul olan verinin erişilebilirliği ise, kişisel verilerin korunması, veri mülkiyeti, veri güvenliği ve siber güvenliğe dair soruları beraberinde getiriyor. Konuyu makro açıdan ele alacak olursak, COVID öncesi süreçte devletlerin politikaları doğrultusunda farklı stratejiler benimsediklerini görüyoruz. Örneğin Avrupa Birliği, ağırlıklı olarak veri korumacılığı esasına dayanan bir konumda. 2018 yılında şirketler açısından son derece hayati düzenlemeler içeren ve ciddi yaptırımları beraberinde getiren Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR) yürürlüğe girdi. Diğer yandan Amerika Birleşik Devletleri’nde kalkınma modelinin gereği olarak şirketlerin ticari hedeflerini önceleyen bir yaklaşımın benimsendiğini görüyoruz. Denklemin diğer tarafındaki Çin’de ise, devletin tüm veriler üzerinde sınırsız kontrolünden bahsetmek mümkün. Yalnızca yapay zeka alanında faaliyet gösteren teknoloji girişimleri dahi 2018 yılının ilk yarısında dünya çapındaki tüm özel sermaye yatırımlarından %12 pay almıştı. Söz konusu alanda ABD, Çin ve Avrupa Birliği arasında güçlü bir rekabet yaşandığı gözlemleniyor. Ayrıca küresel dijital şirketlerin yükselen gücü ve yeni teknolojiler aracılığı ile gerçekleşen köklü değişimler de dış politika ve jeopolitik üzerinde dönüştürücü bir etki yaratıyor. Konunun bu farklı güç blokları nezdindeki önemi dolayısıyla akıllara gelen sorulardan biri, COVID süreci ve sonrasında veri korumacılığına ilişkin politikaların ne yönde evrileceği. Avrupa Veri Koruma Kurulu 21 Nisan’da COVID sürecinde sağlık verisinin işlenmesine dair bir kılavuz yayımladı. Kurul, GDPR’ın bilimsel araştırmaların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğunu ve bu tür araştırmaların yapılması için hiçbir engel olmaması gerektiğini belirtirken, ihtiyatlı yaklaşımlarını mümkün olduğunca elden bırakmayarak, hastaların temel haklarına saygı gösterilmesinin gerekliliğini de vurguladı. Salgın sırasında hızlı veri paylaşımı, enfeksiyonun kökeninin ve yayılmasının daha iyi anlaşılmasının sağlanması ve önleyici ve tedavi edici yöntemlerin geliştirilmesi için kritik öneme sahip. Bu süreçte veri toplama faaliyetlerinin büyük bir kısmı Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi gibi uluslararası kuruluşlar tarafından koordine edildi. Aynı zamanda veri ve bilgi paylaşımı için BioRvix, OpenLung, TraceTogether gibi çok sayıda platformun oluşturulduğuna da tanık olduk. Tüm bu çabalarda veri paylaşımının önemi her zamankinden daha fazla görünür oldu. Ancak toplanan verilerin ve açık yazılımın yarattığı kamu yararının arttırılabilmesi için, aynı türdeki ana açık kaynak faaliyetlerinin bir araya getirilmesine ve koordinasyona ihtiyaç var. Öte yandan, açık veri tabanlarının oluşturulması, veri gizliliği ve güvenliği, bu verilerin mülkiyetinin kimde olacağı ve dolayısıyla veriye kimlerin, hangi yetkilerle erişim sağlayabileceğine ilişkin soruları beraberinde getiriyor. İşbirliğine dayanan, sürdürülebilir, veri kalitesi, güvenliği ve gizliliği açısından güvenilir açık veri ekosistemlerinin kurulması çok önemli bir ihtiyaç; ancak tasarımları ve hayata geçirilmeleri de bir o kadar zor. Aynı zamanda bu girişimler, küçük ölçekli kurum ya da işbirliklerinin gerçekleştirebileceği boyutları aşıyor ve bu nedenle genellikle merkezi bir otoriteye olan ihtiyacı doğuruyor. Halihazırda regülasyonlar nedeni ile herhangi bir otoritenin dahil olmadığı sistem ve teknolojilerden bahsetmek de zor. Bu durumdan hareketle akıllara COVID sonrası süreçte sağlık verisinin toplanması, saklanması ve paylaşılmasına ilişkin politikaların esnetilmesinin söz konusu olup olmayacağı sorusu geliyor. Genelde ise ilerleyen zamanlarda daha önce bahsi geçen blokların veri politikalarında nasıl bir değişim gözlemleneceği merak konusu. Daha korumacı bir gelecek mi yoksa daha esnek ve işbirlikçi politikalar mı söz konusu olacak? Korumacılığın yükselmesi durumunda bu, insanlığın belki de yegane kurtarıcısı olan teknolojilerin ilerleme hızına ne şekilde sirayet edecek? Özellikle bu blokların dışında kalan, gelişmekte olan ülkeler her iki alternatif senaryoda süreçten nasıl etkilenecekler? Yazıya Foucault’nun meşhur sözü ile başlamamın nedeni şu: yukarıda, cümle aralarında pek çok cevapsız ya da cevabı son derece muğlak soru ve gri alan mevcut. Şu anda bir yandan virüse karşı mücadele devam ederken, diğer yandan bu soru işaretlerine verilecek ve gri alanları netleştirecek cevapları bulmak gerekiyor. Bu sürecin oldukça uzun bir zaman gerektireceğini söylemek de sanırım yanlış olmaz. Ancak bence sorulması gereken bir soru daha var: bu cevapları bulduğumuzda ve hayata geçirdiğimizde, aldığımız aksiyonların büyük resimdeki uzun vadeli etkilerini görebilecek kabiliyete sahip olacak mıyız? * Bu yazı Başlangıç Noktası blog sayfası üzerinden de okunabilir. https://baslangicnoktasi.org/covid-19-sureci-ve-sonrasinda-saglik-verisine-erisim-sorular-gri-alanlar/ Tedarik Ağlarında Yıkıcı Dönüşüm
Bu yazıyı 10 yıl önce kaleme almam durumunda “sürdürülebilir tedarik zincirleri” olarak atacağım başlık, biraz önce “sürdürülebilir tedarik ağları” olarak hayat buldu. İstisnasız her alanda kavramsal ve pratik olarak öneminin farkına vardığımız “ağlar”, son derece girift hale gelen ürün ve hizmet tedarik süreçlerini tanımlamak üzere de kullanılıyor. Artık tek yönlü bir zincir ile değil, döngüsel ve karmaşık zincirlerden oluşan çok katmanlı tedarik ağları ile karşı karşıyayız. Ürün ve hizmet tedariği süreçlerinde kullanılan yapılar son yıllarda köklü değişimlere uğradı. Paylaşım ekonomisinin etkisi ile hayatımıza giren, günümüzün gözde dijital platformları (Airbnb, Uber gibi), bir ağın içinde yer alan farklı üyelerden akan verileri tek elden yönetmek üzerine kurulu. Ağ üyelerinin birbirleri ile olan tedarik ilişkileri, bu ilişkilerden doğan süreçler ve her bir ağ üyesine dair detaylı bilgiler bu platformların sahiplerinin erişim ve kontrolü altında. Öte yandan bu merkezi modellerin, geleceğin dünyasında istediğimiz ve ihtiyaç duyacağımız cinsten yapılar olup olmadığı sorusu akıllara geliyor. Zira bu modeller karşılıklı kazanç ve fırsatlar yaratabileceği gibi, yalnızca platform sahibine tanıdığı veriye erişim ve kontrol yetkisi nedeni ile monopolistik güç yaratma ihtimalini de beraberinde getiriyor. İstediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz yapı bu mu? Bu soruya verilebilecek “hayır” yanıtının iki olası nedeni var: bu yapılar kapsayıcı değil ve dolayısı ile uzun vadede sürdürülebilir olmama ihtimalleri yüksek. Bu noktada, geleceğin dünyasında var olmasını istediğimiz ağ yapılarına ilişkin temel alternatifi blockchain sunuyor. Zira blockchainde verilerin sahipliği ve yönetimi tek elde toplanmak yerine ağın tüm üyelerine ait. Zincirde yer alan her veri, tarafların karşılıklı olarak mutabık kaldıkları bir uzlaşma modeli üzerinden yapılandırılıyor. Buna göre verilerin doğruluğu herkes tarafından kabul ediliyor; veri yönetimine dair gerçekleştirilen tüm işlem ve güncellemeler değiştirilemez ve silinemez biçimde kayıt altına alınıyor. Sürdürülebilirlik – Blockchain İlişkisi Blockchain teknolojisi daha etkin bir tedarik ağı yönetimi için pek çok fırsatı beraberinde getiriyor. Maliyetleri düşürme, taşımacılık, depolama ve tedarik zamanlamasına ilişkin süreçlerin daha sorunsuz ve hatasız biçimde yürütülebilmesi, tedarikçilerin faaliyetlerine ve niteliklerine ilişkin bilgi ve belgelerin güvenilir ve şeffaf biçimde paylaşılmasının sağlanması bu avantajların başlıcaları. Blockchain tabanlı tedarik ağları operasyonel verimlilik, daha iyi bir iletişim, daha az uzlaşmazlık ve belki de en önemlisi daha esnek ve direnç sahibi sistemler sağlıyor. Bu ademi merkeziyetçi yapı, yetkiyi ve gücü tek bir otoritede toplayan yapıya kıyasla çok daha güvenilir ve sürdürülebilir. Bu düzeyde bir şeffaflık şirketler açısından istenen bir durum mudur sorusunun cevabı, içinden geçtiğimiz bu günlerde daha da netleşmeye başladı. Hepimizin varlığı ve ortak çıkarları için tüm kurumlar ekonomik, sosyal ve çevresel olarak sürdürülebilir, sorumlu, şeffaf ve hesap verebilir olmak durumundalar. Aksi durumda geleceklerine ilişkin son derece haklı kaygılar taşıyan tüketiciler ve vatandaşlar tarafından tepkiyle karşılanacak olmaları son derece muhtemel. İyi ve sorumlu bir şirket olduğunuza dair bir savınız varsa, bunu kanıtlamanız için herhangi bir sertifika ya da akreditasyondan daha fazlasına ihtiyacınız olacak. Üretim başta olmak üzere tüm operasyonlarınızda gerçek, şeffaf ve değiştirilemez veriler ile savınızın arkasında durmanız beklenecek. Bu noktada ise devreye blockchain tabanlı sürdürülebilir, sorumlu ve şeffaf tedarik zinciri ağları giriyor. Bu ağlarda veri tek bir kişi ya da kurum tarafından değiştirilemediği ve izin verilen tüm kullanıcılar tarafından görüntülenebildiği için ürünün menşei, üretim aşamaları, tarih damgası adı verilen etiketler aracılığı ile örneğin gıda ürününü tarladan alındığı tarihten rafa geldiği noktaya kadar tüm süreç şeffaf bir biçimde izlenebiliyor. Datanın değiştirilemez olması nedeni ile yanlış ya da yönlendirici bilgilendirmenin önüne geçilmiş oluyor. Dolayısı ile tüketiciler de dahil olmak üzere tüm ağ üyeleri açısından güven tesis ediliyor. Öte yandan, herhangi bir ürüne ilişkin bir sorunla karşılaşıldığında, ürünün kaynağının biliniyor olması dolayısı ile hızla müdahale etmek ve çözüm geliştirmek mümkün. Bu durum tüketiciyi koruduğu gibi, üreticiler açısından da maddi ve gayri maddi pek çok maliyetin oluşmasının önüne geçiyor. Uygulamada Neler Oluyor? Sosyal ve çevresel sürdürülebilirlik alanında uzun yıllardır katedilen mesafeden çok daha fazlasını son yıllarda yeni nesil teknolojiler sayesinde katetmeye başladık. Başa çıkmak durumunda olduğumuz sürdürülebilirlik sorunlarının boyutlarını düşündüğümüzde, kaynakları bu alana hızla yönlendirmenin de son derece mantıklı bir adım olacağını görüyoruz. Örneğin gıda sektöründe nihai tüketici, blockchain tabanlı uygulamalar üzerinden mutfak tezgahındaki gıdanın üretimine ilişkin tüm bilgilere ulaşarak, gıda güvenliği ile ilgili aklındaki soru işaretlerini giderebiliyor. Diğer yandan tarım sektöründe zor koşullar altında faaliyet gösterdiğini bildiğimiz küçük üreticiler için de yeni fırsatlar doğuyor. BanQu adlı sosyal girişim, küçük üreticinin kakao ve kahve gibi tarım ürünlerini alıcılarla buluşturuyor. Küçük üretici, blockchain tabanlı tedarik ağı üzerinden sattığı ürünün ağırlığını, fiyatını ve alacağı ödemeyi teyit ediyor.Ürünün tüm sürecini takip edebilen alıcı, ürüne iliskin ödemeyi doğrudan üreticiye yapabiliyor. Bu durum aracılık sisteminin tarımsal üretim ve küçük üretici üzerindeki etkilerini en aza indirgiyor. Ayrıca daha önce böyle bir tedarik ağının bir parçası olduklarını kanıtlama imkanı bulamayan üreticiler, bu imkana kavuşarak bankaların finansal hizmetlerinden yararlanabilir hale geliyorlar. Akıllı sözleşmeler ve mobil bankacılık hizmetleri aracılığıyla küçük ölçekli çiftçilerle doğrudan bağlantı kurularak adil ödeme ve finansal kapsayıcılık için de önemli bir adım atılmış oluyor. Blockchain sistemi ile atık yönetimi süreçleri, geri dönüşüme sokulan atık miktarı ve hatta karbon emisyonu değerlerinde de ilerleme kaydediyoruz. Örneğin atık yönetimi alanında faaliyet gösteren Plastik Bank, yılda 8 milyon metrik ton plastiğin okyanuslara karışmasını blockchain ile önlemeye çalışıyor. Şirketin tedarik ağı, dar gelirli atık toplayıcılar ile bu atıkları satın alan şirketleri buluşturuyor. Sürecin hiçbir noktasında aracının manipülasyonuna imkan vermeyen blockchain sistemi sayesinde atık toplayıcılar, topladıkları atık miktarının kilosunu ve bedelini teyit ediyor ve ürün bedeli, atığı satın alan şirket tarafından dijital ortamda kendilerine aktarılıyor. Bu sayede binlerce atık toplayıcı güvenilir bir biçimde ödemelerini alırken, atıkları satın alan şirketler de daha tahminlenebilir ve düzenli bir tedarik akışına sahip oluyor. Öte yandan aynı sistem, özellikle Afrika’da maden sahalarında çok ağır koşullarda çalıştırılan çocuk işçilere ilişkin sorunun çözümüne de katkıda bulunuyor. Örneğin, bu madenleri hammadde olarak satın alan bir üretici şirket, söz konusu hammaddenin yalnızca sosyal sorumlu yöntemlerle ve kayıtlı iş gücü ile çıkarılmış olduğundan emin olabiliyor. Cevher rafineriye ulaştığında, üretime alınan miktar değiştirilemez bir veri olarak kayıt altına alınıyor. Öte yandan, bu miktardaki girdi ile üretim sürecinden elde edilmesi gereken bitmiş ürün miktarı karşılaştırılarak, sistemde herhangi bir anomali olup olmadığı tespit ediliyor. Dolayısı ile sorumlu bir üreticiden tedarik ettiğinizi düşündüğünüz ürüne, farklı kaynaklardan iyi olmayan süreçlerle elde edilmiş materyallerin karıştırılması ihtimali ortadan kalkıyor. Bu sayede kayıt dışı ve çocuk işçilik gibi ağır sosyal sorunlarımıza çözüm bulma ihtimalimiz de artıyor. Son olarak, sivil toplum tarafında da dönüştürücü blockchain uygulamalarına tanık oluyoruz. Örneğin bazı insani yardım kuruluşları bağış ve yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştığından emin olmak amacıyla blockchain tabanlı sistemler kullanmaya başladılar. Son olarak Dünya Sağlık Programı Ürdün’deki mülteci kamplarına ulaştırılacak olan yardımları, uygulanan pilot proje kapsamında blockchain tabanlı bir platform üzerinden yürüttü. Buna benzer uygulamaların tüm taraflar açısından daha güvenilir ve sürdürülebilir sistemler oluşturduğuna tanıklık ediyoruz. Her geçen gün çoğalan iyi örnekler ve henüz yolun başındayken yarattığı etki, blockchain teknolojisinin pek çok sektörü ve süreci temelinden sarsacağının ve dönüştüreceğinin açık bir göstergesi.Yine bu örneklerden hareketle, tedarik ağları yönetiminin de köklü bir biçimde değişeceğini öngörmek mümkün. Blockchain tabanlı sürdürülebilir tedarik ağları, operasyonel verimlilik artışının yanında ve çok daha ötesinde, “daha iyi bir dünya” için şeffaflık ve güven temelli ağlar inşa edilmesinin yolunu açacak. *Bu yazı Başlangıç Noktası blog sayfası üzerinden de okunabilir. https://baslangicnoktasi.org/tech4good-blockchain-tabanli-surdurulebilirtedarikaglari/ |